Jean Baudrillard'ın Simülasyon Kavramı

                                                   Jean Baudrillard - Simülakrlar ve Simülasyon (Doğu Batı Yayınları) by Büyük  Kütüphane - issuu

Tüketim Toplumu adlı kitabında kimliklerin gerçek olmayan ihtiyaçlarla manipüle edildiğini varsayarak ütopyalar kurmanın ve politika yapmanın anlamsızlığını belirtir. Bu kitapta gerçek olmayan ihtiyaçlardan bahseden Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon adlı kitabında da bu sahte gerçekliği derinlemesine irdeler ve sonradan kuramlaşan ‘simülasyon’ kavramını ortaya atar.         

Ona göre günümüzde gerçeklik, gerçeğin kopyalarıyla yer değiştirmiştir. Simülasyon gerçeğin bir taklidi değil, gerçeğin yerini alan, gerçek olmayan bir hipergerçektir. Simülasyon kavramı, teknolojinin gelişmesiyle paralel olarak ortaya çıkmıştır. Çıkış noktası bilgisayarlar ve televizyonlardaki sahte gerçek (sanal) dünyadır. İnternetin yaygınlaşması ile bu sanal dünya herkesçe kabul edilmiş ve toplumsal yaşama yansımaya başlamıştır. Sonuç olarak da küreselleşen modern dünyada simülakrlar (gerçeklik olarak algılanmak isteyen fakat gerçek olmayan görünümler) yaygınlaşmaya başlayıp, simülasyondan ibaret olan, hipergerçekliğin hakim olduğu yeni bir dünya düzenine geçilmiştir. Bu yenileşmeyle beraber modern dünyada politika, ekonomi, kültür ve gündelik hayatın yapısı toptan değişmiştir.

Eserlerinde genel olarak Batı toplumlarını eleştirip, modern dünyadaki değişimleri anlatmaya çalışan Baudrillard’ın dünya çapında sükse yaratan önemli fikirlerinden biri de Körfez Savaşı’nı gerçek bir savaş olarak görmemesidir. O, bu savaşın hiç yaşanmadığını savunur, yani ona göre bu bir savaş değildi. Hatta Vietnam Savaşı ile ilgili de benzer görüşlere sahiptir.        

Simülasyon olmayan bir şeyi varmış gibi gösterir. Hastaymış gibi yapan biri çevresini hasta olduğuna inandırmaya çalışır. Oysaki hastalığı simüle eden biri hastalığın semptomlarını bizatihi üzerinde taşır.

The Truman Show filmi simülasyon kavramını en iyi açıklayan filmlerden biridir. Truman isimli karakter bir adada herkes gibi yaşayan, işinde gücünde bir adamdır. Fakat aslında bu adanın her yerinde gizli kameralar vardır ve Truman’ın sahte hayatı kesintisiz yayınla televizyonlara yansıtılır ve insanlar da Truman’ın içinde yaşayıp, gerçek sandığı fakat sahte olan yaşamını keyifle seyrederler. Bir gün Truman’ın dikkatini çeken birkaç olay onu bu hayatın sahteliğini sorgulamaya iter ve kendini yollara vurur. Planı adadan kaçmaktır. Bu plana yönelik de korkulu rüyası olan denizde bir tekneyle yolculuk etmek zorundadır. Korkusunun üstüne giden Truman tekneyle yaptığı yolculuğunda çeşitli zorluklarla karşılaşır fakat yılmayıp finalde sonuca ulaşır. Denizin sınırında teknesinin ucu güya gökyüzüne çarpar ve her şeyin sahte olduğuna emin olur. Sınırda dışarı açılan bir kapı bulur ve bu sahte hayattan dışarı adımını atar. Baudrillard’a göre yorumlamak gerekirse eğer Truman, bulunduğu küçük simülasyon evreninden büyük simülasyon evrenine geçiş yapmıştır.

1970’lerin başlarında sona eren, gerçeğin hakim olduğu evrende bir içeriğe ve anlama sahip olan toplum; politika, kültür ve bunlar gibi hayati konular simülasyon evreninde içeriğini ve anlamını yitirmişlerdir. Her biri artık içi boş bir görünüşe dönüşmüştür. The Truman Show adlı filmde geçen bir cümle şöyledir: ‘’ Bizler dünyanın gerçekliğini, bize sunulan haliyle kabul ederiz.’’ Yani yaşadığımız evren Baudrillard’ın da belirttiği gibi bir Disneyland’e dönüşmüş vaziyettedir ve insanlar bu durumu gerçeklik olarak kabul etmektedirler. Gerçek ise bir daha asla geri dönmeyecektir.

 Sonuç itibariyle Baudrillard’ın, özellikle de günümüz Batı toplumlarının (ve de onları model alan bizimki gibi toplumların) içinde bulundukları ‘postmodern’ dönemi, oldukça karamsar ve acımasız bir şekilde tarif etmeye çalıştığı söylenebilir. Baudrillard, içinde bulunduğumuz bu simülasyon çağında, ideolojilerin, anlamların, söylemlerin ve görüntülerin ardında artık hiçbir gerçekliğin kalmadığını ve her şeyin tersyüz olduğunu söylerken, birçok başka postmodernist kuramcı gibi ayağımızın altındaki zemini yok etmektedir. Bu zeminsizlik ve herhangi bir temelden yoksun olmayla birlikte, Baudrillard, tüm karşıt konumların ve kutuplaşmaların birbiri içinde eriyip gittiğini ve birbirine karıştığını ifade eder; bu nedenle kapitalizme karşı olan Marksizm bile onu meşrulaştırma işlevi görür. Burada, Baudrillard, önemli bir uyarıda bulunmaktadır: İçinde bulunduğumuz simülasyon evreninde, hiçbir şey göründüğü gibi değildir, bu nedenle de artık eski tarz konumlanışların bir değeri/işlevi yoktur, aksine bunlar da sistemin işleyişine hizmet etmektedir. O yüzden de ‘özgürlükler’ ve ‘haklar’ gibi meselelerde takınacağımız tavır ve kullanacağımız yöntemlere çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Zira artık ortada referans alabileceğimiz bir ‘gerçeklik’ ve buna bağlı ‘doğrular’ yoksa, nasıl hareket edeceğimizi ve nasıl bir konum alacağımızı neye göre belirleyeceğimiz, karşımızda büyük bir problem olarak durmaktadır. Hele ki orijinali olmayan taklitlerin (simülakrların) her şeyi kuşattığı böyle bir evrende, yönümüzü bulmamıza yardım edecek sabit bir gerçekliğin olmayışı, elbette günümüz insanı için problemi daha da zorlaştırmaktadır. Yine de burada Baudrillard’ın günümüz insanı için sunduğu ‘konum’un, birçok problemi içinde barındırmasına karşın, modernizmin kendi içinde taşıdığı/ ürettiği otoriterliğin tersi bir tür ‘anti-otoriterlik’ olanağını taşıdığı söylenebilir. Eski ideolojilerin baş tacı ettiği ‘doğru’ ve ‘hakikat’ nosyonlarının alaşağı edildiği bu dönem, bireylerin bir ölçüde ‘kendi’ doğrularını ve hakikatlerini yaratmaları imkanını kendi içinde barındırmaktadır belki de. Yine de tüm bu simülakrlar karmaşıklığı içerisinde ve gerçekle sahtenin iç içe geçtiği simülasyon düzeninde, bireylerin böyle bir olanağın farkına varıp varamayacakları bile şüphelidir.

Yorumlar