Yaklaşık 2500 yıl önce, bugünkü Nepal'de, Himalayaların eteklerinde muhteşem bir sarayda yaşayan kralın bir oğlu olacakmış. Kralın bir fikri varmış: Çocuğu kusursuz yetiştirecekmiş. Çocuk bir an bile istirap çekmesin istiyormuş, her ihtiyacı, arzusu hemen yerine getirilecekmiş. Kral sarayın çevresine yüksek duvarlar ördürerek prensin dış dünyayı öğrenmesini engellemiş. Onu şımartmış, armağanlara ve yiyeceğe boğmuş, çevresini her dileğini yerine getiren hizmetkârlarla donatmış. Ve planladığı gibi, çocuk insan varlığının genel zalimliğini öğrenmeden büyümüş.
Tüm çocukluğu böyle geçmiş, ama sonsuz lükse ve zenginliğe rağmen prens yine de mutsuz bir genç adam olmuş. Her deneyim boş ve değersiz geliyormuş. Babası ne verirse versin hiçbir zaman yeterli değilmiş, hiçbir anlam ifade etmiyormuş. Bir gece geç vakit, prens duvarların ardında ne olduğunu görmek için saraydan kaçmış. Bir hizmetkârı onu yakındaki köye götürmüş. Prens gördüklerinden dehşete düşmüş.
Hayatında ilk kez insanın istırabıyla karşılaşmış. Hastalar, yaşlılar, evsizler, aci çekenler ve hatta ölenler. Prens saraya dönmüş ve kendini bir tür varoluş krizinin
içinde bulmuş. Gördüklerini nasıl işleyecegini bildiği için her şey hakkında müthiş duygusallaşmış ve sürekli yakınma ya başlamış. Ve çoğu genç adamın yaptığı gibi, onun için yaptığı şey için babasını suçlamış. Onu bu kadar mutsuz edenin, yaşamını böyle anlamsızlaştıranın zenginlik olduğuna ve kaçmaya karar vermiş.
Ancak prens sandığından daha çok babasına benziyormuş. Onun da büyük fikirleri varmış. Sadece kaçmakla kalmamış, tahtından vazgeçmiş, ailesini terk etmiş, zenginligini dağıtmış, sokaklarda yaşamaya, bir hayvan gibi toprakta yatmaya başlamış. Hayatinın geri kalanını dilenerek geçirmiş.
Saraydan kaçmış ve bu kez geri dönmemiş. Yıllarca bir serseri gibi yaşamış, toplumunun gözden çıkardığı ve unuttuğu bir yaratığa dönüşmüş, toplum basamaklarında bir kopek kadar değeri yokmuş. Ve planladığı gibi çok acı çekmiş; hastalık, açlık, ıstırap, yalnızlık ve çürüme. Ölümün eşiğinde yaşıyor, çoğu zaman günde yalnızca bir findıkla besleniyormuş.
Birkaç yıl geçmiş, ardından birkaç yıl daha ve sonra... hiçbir şey olmamış. Prens bu sefil ve ıstırap içinde yaşamın olması gereken şeye dönüşmedigini fark etmeye başlamış. Ona arzuladığı içgörüyü sağlamamış. Dünyanın sırlarını ya da nihai amacını gözlerinin önüne sermemiş
Aslında prens hepimizin aşağı beş yukarı zaten bildiğimiz şeyi öğrenmiş: Istırap çekmek iğrenç bir şeydir. İlla anlamlı olmak zorunda da değildir. İnsan zenginse ve amaçsızca ıstırap çekiyorsa bunun bir değeri de yoktur. Ve sonunda prens kendi büyük fikrinin de, tıpkı babasınınki gibi saçma ve korkunç bir fikir olduğunu, gidip başka bir şey yapmasının daha doğru olacağını kavramış.
Kafası karmakarışık prens biraz temizlenip bir ırmağın yakınında ulu bir ağaç bulmuş. Aklına başka bir büyük fikir gelene kadar o ağacın altında oturmaya karar vermiş.
Efsaneye göre, kafası karışık prens o ağacın altında kırk dokuz gün oturmuş. Aynı yerde kırk dokuz gün oturmanın biyolojik olanaklılığına girmeyelim, sadece prensin bu sürenin sonunda derin farkındaliklara kavuştuğunu söyleyelim. Bunlardan biri de şuymuş: Yaşamın kendisi bir ıstırap çekme formuymuş. Zenginler zenginlikleri nedeniyle istirap çekiyorlarmış, yoksullar yoksullukları nedeniyle. Ailesi olmayanlar aileleri olmadığı için. Dünya zevklerinin peşine düşenler bu zevkler nedeniyle. Bu zevklerden elini ayağını çekmiş olanlar, tuttukları oruç nedeniyle.
Bu tüm ıstırapların eşit olduğu anlamına gelmez. Bazı ıstıraplar kesinlikle diğerlerinden daha çok acı verir. Ama hepimiz ıstırap çekeriz.
Yıllar sonra, prens kendi felsefesini geliştirmiş ve bunu dünyayla paylaşmış. İlk ve ana öğretisi de şuymuş: Istırap ve kayıp kaçınılmazdır, onlara karşı koymaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz. Bu prens, Buda'dır.
Bir sürü varsayımın ve inancın altında şöyle bir önerme vardır: Mutluluk algoritmiktir, üzerinde çalışılabilir ve kazanılabilir. Örneğin hukuk fakültesine kabul edilmek ya da çok karmaşık bir Lego seti kurmak gibi ulaşılabilir. X'i elde edebilirsem mutlu olurum. Y gibi görünürsem mutlu olurum. Z gibi biri olursam mutlu olurum.
İşte bu önermenin kendisi bir sorundur. Mutluluk çözülelebilen bir denklem değildir. Tatminsizlik ve huzursuzluk insan doğasına ait özelliklerdir ve göreceğimiz gibi tutarlı bir mutluluğu oluşturmak için gerekli bileşenlerdir. Buda teolojik ve felsefi bakış açısında bunun üzerinde durmuştur. Fikirleri milyonlarca insanı peşinden sürüklemiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder