‘‘Istıraptan
kaçınmaya çalışmak da ıstırap çekmenin bir formudur. Mücadeleden kaçınmaya
çalışmak da bir mücadeledir. Başarısızlığı inkar etmenin kendisi
başarısızlıktır.’’ der Mark Manson, Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı
adlı kitabında.
Bir
genç düşünelim; 18 yaşına henüz adım atmış, gençliğinin baharında. Bu genç
ardında bir not bırakarak intihar ediyor. Notta genel olarak bilindik şeyler
yazıyor: ‘‘Denedim, her şeyi denedim… Hep, iyi biri olmaya çalıştım; tüm
canlılara iyi davranmaya çalıştım. Uğraşlar edinmeyi denedim ve sık sık
geleceğimi düşündüm… Ailemdeki önemli üyelerden pek sevgi göremedim. Dış
dünyaya, insanlara ayak uyduramadım… Böyle yaşamamın bir anlamı yok.’’
Bu
gence bakınca Mark Manson’ın başta alıntıladığım sözleri iyice anlaşılıyor.
Fakat o sözlerde de birkaç eksik nokta var. Tamamlayalım…
Öncelikle,
J.P. Sartre’ın meşhur olan ‘‘varoluş özden önce gelir’’ felsefesini kendimize
temel almamız gerektiğini düşünüyorum. Var olmadan önce yoktuk değil mi? ‘‘Ben
vardım!’’ diyebilecek olan var mı? Yoktur mutlaka, çünkü bilemiyoruz.
Bilemiyorsak da şu anki maddesel olarak var olma tanımına uymayan bir yokluk
içinde olduğumuza eminizdir. Peki yokken ne yapıyorduk? … Evet, doğru cevap!
Yoktuk ki bir şey yapalım.
Nasıl
ki yokken bir şey yapamıyorsanız (yani yokluk potansiyelinizi tam anlamıyla
kullanıyorsanız), varken de varlık potansiyelinizi sonuna kadar kullanacaksınız
ve bir şeyler yapacaksınız. Tamam o halde, burası anlaşıldı. Fakat bir sorun
var. Ne uğruna bir şeyler yapacağım? Neye değecek? Zaten sonunda ölmeyecek
miyim?
Cevap
basit. Yokken yoktun, başka bir şey değildin; varken de var olacaksın, başka
bir şey olmayacaksın. Sonra ise tekrar yok olacaksın (öleceksin) ve yok kalmaya
devam edeceksin. Bu söylenenlere karşı argüman olarak Tanrı’nın varlığı,
insanın ereksel bir yaratım olduğu veya ahiret inancı gibi konulara pekala
girilebilir. Fakat anlatılanlara, bu dünyadaki varlık perspektifinden bakmaya
çalışalım, daha iyi anlaşılacak. Tabii ki insan, inancı gereği yasaklanan
intihara hiç kalkışmayabilir de fakat anlatılanların inançlarla pek alakası
yok.
Gelelim
intihar eden gence. ‘‘Anlamı yok’’ demişti. Bu yargı aslında ‘‘ne uğruna?’’
sorusunun net olmayan cevaplarından biri. Bu soruya cevap olarak ‘‘bir şey
uğruna değil’’ diyemeyiz. Çünkü hemen hemen her şey bir şey uğrunadır ve söz
konusu ömrümüzse, elbette bir şey uğruna olmalı. Cevabı bulmak istiyorsak eğer
Apollon Tapınağı’nın girişindeki yazıya bakmamız yeterli: ‘‘Nosce Te Ipsum
(Kendini Bil)’’. Ekleme yapmak gerekirse eğer kendini bil ve kendini kabul et
diyebiliriz. Ne olup ne olmadığımızı, neleri becerip beceremediğimizi, nelere
merak duyup duymadığımızı… Bunları bilmiyorsak ya da emin değilsek de mutlak
suretle aramalıyız. Bu arayış; belki de asla bitmeyen, yorucu bir arayıştır.
İnsan kaç yaşında olursa olsun, ne durumda olursa olsun hayatın içinde ne
bulacağını tahmin edemez. En iyisi, hep eksikmişiz gibi değişime sürekli açık
olmak. Neydi o meşhur söz? ‘‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’’ Demek
oluyor ki bu hayat sizi zaten değiştirecek, aynı kalmanız mümkün değil. Öyleyse
siz kendi iradenizle kendinizi değiştirin.
Devam
edelim…
Hayatımızdaki
sorunlar çevremizde olup bitenlerden çok kendimizle -sorunları ne olarak
gördüğümüzle- ilgilidir. İllaki her zaman her şey yolunda gitmeyecek, hatta
uzun bir süre dahi hiçbir şey yolunda gitmeyebilir. Ancak bu demek değildir ki
o sorunlar hayatımızı alt üst etmeli, onlardan başka şey düşünemez hale
gelmeliyiz veya ruh halimiz hep düşük olmamalı. Elbette ki sorunlarımızı
geçiştirmeyeceğiz, sorunlardan kaçmakla sorunlar hallolmayacak. Sorunlarımızın
sorumluluğunu alıp, onların üstüne gitmemiz ve onları elimizden geldiği ölçüde
halletmemiz gerekir. Bunun yanında kendimize yeni hedefler koymamız gerekir,
çünkü eğer bir sorun kafamızı çok meşgul ediyorsa eğer, ondan daha önemli başka
bir işimiz, bir amacımız yoktur demektir. Eğer daha önemli bir amacımız yoksa
sorunlarımızı kafaya takmamız kaçınılmaz olur.
Değişim ve gelişim bekleyerek olmaz, her insan aynı tür deneyimler yaşamaz. Kişiliğimizi revize
edecek olan sorunlarla baş etme deneyimlerimiz ve koyduğum yeni hedeflerdir. En
başa, Mark Manson’a dönmek gerekirse eğer; acılardan kaçmak acıları yok etmeyecek,
aksine daha fazla acı çekmeye sebep olacak ve önceki başarısızlıkları kabul
etmeden yeni hedefler koymak da anlamsız olacak.
Sorunlarımızın
ve başarısızlıklarımızın yani genel olarak acılarımızın kabulü konusunda Budist
felsefe bize yardımcı olabilir. Acıya karşı ne kadar yabancılaşırsak acının
değeri gözümüzde o kadar büyür; acıyı normalize etmek gerek. … Hayır,
hissizleşmekten bahsetmiyorum. Aksine hisler güzeldir; eğer ölçülü kullanılırsa…
Ne
diyorduk? Evet, intihar… Bütün bu anlatılanlardan da hareketle ‘‘neden intihar
etmemeliyiz’’ sorusuna artık gelebiliriz sanırım. Bu sorunun cevabı hayatın anlamıyla paralel
niteliktedir. Peki, hayatın anlamı ne?
Hayatın anlamı denen
şey aslında ‘‘kendi hayatımın anlamı’’dır. Yani hayatın genel, kapsayıcı
anlamını aramak akla yatkın değildir. Anlam insanın kendi bireyselliğiyle
ilgilidir.
Benim için hayatın
anlamı: Bir insan olarak, insanlığa ve insanlığın devamına (gelecek nesillere)
veya genel olarak düşünürsek evrene katkıda bulunmaktır. Nasıl ki hayatım
boyunca kendime bir şeyler katmalıysam ve bu süreçte de evren bana yaşama imkânı
veriyorsa (en basitinden oksijen), aynı şekilde benim de evrene faydam
dokunabilir ve insanlara bir şeyler katmaya uğraşabilirim. Katkım doğrudan bir
etki yaratmayabilir fakat dolaylı bir etki de sonuç itibariyle bir katkı
olacaktır. Bu süreç kaçınılmaz olarak yorucudur fakat kim güzel bir tatil
yaparken veya harika yerler gezerken yorgunluğu kafaya takar ki? En güzeli
bundan zevk almak. Var oldukça yaptıklarımla, yok olduktan sonra bile evrenin
bir yerlerinde katkılarım ile var olmaya devam etmek… Bu inanılmaz bir his ancak
kendi bireyselliğimi hiçe saymak değil anlatmaya çalıştığım. Ben hayattayken mutlu
olmamı sağlayacak veya zarar görmemi engelleyecek etmenlere elbette dikkat
ederim ve seçici davranırım. Buradaki püf nokta benliğimi sonsuz olarak kabul
etmiyor olup, aktarımın, etkinin, katkının devamlılığını kabul etmemdir. Eğer benliğimin
sonsuza kadar var olmasını arzulasam bir cennet yaratırdım ya da mevcut
olanlardan birine inanırdım. Ne var ki inanmıyorum.
İnananların sayısının epey fazla olması
gösteriyor ki insanlar dünyada yaptıklarını dünya için değil kendi bencillikleri
ve çıkarları için yapıyorlar. Sonsuz mutluluk, sonsuz huzur, hep var olmak… Cennette
bunların hepsi var. ‘‘Çok mutluyum çünkü cennetteyim ve hep mutlu olacağım’’ denmez
herhalde cennette, değil mi? Mutsuzluğun olmadığı bir yerde mutluluğun ne anlamı
kalır? Demek ki sonsuz mutlu yaşamdansa sonlu ve inişli çıkışlı bir yaşam
daha anlamlı. Bu yüzden yok olmanın önemini ve değerini iyice anlamak gerek.
Sözlerimi
tamamlarken şunu yeniden belirtmek istiyorum: Nasıl ki yokken yoksak varken de
var olmalıyız. Mesela, neden bir kalem üretilir? Neden vardır? Çünkü bir amacı
vardır, bir işe yarar. Bizim de işe yaramaktan başka bir varlık amacımız
olmamalı; ne işe yaramamız gerektiği de herkesin kendine kalmış.
Tüm bu gezdirmeli,
dolandırmalı sözlerden sonra sonuç olarak ‘‘intihar etmek mantıksızdır’’ dememe
gerek bile kalmamıştır herhalde. Neden yanlış olduğunu bence gayet iyi
anladınız…
NOT: Bu yazı
dinsel bir öğreti değildir. Tapmayınız!
Yorumlar
Yorum Gönder